Özkan Gözel: Türklük vurgusu bir şekilde konjonktürün zorunlu kıldığı bir şey. Bu anlamda Türklük tarihsel bir rol, hem de tarihsel bir şey Müslümanlıktan ayrı olarak. İslam, tarihsellik üstü bir din ve şu tarihte şu topluma inmiş olması vs. her ne kadar tarihsel olsa bile aslında tarihsel üstü bir şey. Allah’ın falan yüzyılda Arap toplumunu seçmiş olması, vahyin inzali için, bunlar tarih üstü. Yani Arapça’nın seçilmiş olması tarih üstü bir şey. Ben bunu böyle anlıyorum. Non-historique. Bu kavram yalnız Hıristiyan dünyanın ürettiği, üretebileceği bir kavram. İsa’yı hiçbir zaman tarihi bir şahsiyet olarak yakalayamadıkları için, Hıristiyanlık İsa’yı itikadi olarak da “tarihî” görmekten kayba uğrayacağını bildiği için din, non-historique oluyor, batı medeniyeti içinde. Ama bizim elimizde Muhammed (s.a.v)’in Bizans hükümdarına yazdığı mektup var. Biz Müslümanlar, inandığımız şeylerden bahsederken, asla araya non-historique bir şeyi ilâve ederek bahsetmiyoruz.
Mucizeleri olmasına rağmen dinini mucizelerine dayanarak şekillendirmemiş bir peygamberin ümmetiyiz. Bu çok önemli bir şey. Şakkul kamerine de, parmaklarından su aktığına da şeksiz şüphesiz inanırız; ama biz Müslümanlar, ne Resullulah’ın (s.a.v) mucizeleri vuku bulduğu sırada, ne de sonraki asırlarda, bunları imanımızın temeli haline getirmedik. Bilakis la ilahe illallah Muhammeden Resulullah demek dinimize temel kılındığı için Meryem’in babasız olarak İsa’yı doğurduğuna iman ediyoruz. Aklımız olduğu için iman ediyor, imanımızı da hayatımızın temeli olarak görüyoruz. Hıristiyanlar gibi değiliz, ya da Yahudiler gibi hiç değiliz. Çünkü Yahudiler de akılları olduğu için iman ederler ama aklın imanı ürettiğini iddiasını temel ittihaz ederek. Onlar da imanın akıldan ayrı bir şey olduğunu söylerler ama akla imanı da din esaslarına derç derler. Dolayısıyla Türkler olarak ölçülerimizi sarahate kavuşturalım ve yerimizi tam bilelim. Özkan Gözel: İslam ve nazil olan vahiy belli bir tarih parçasına, bir kısım insanların arasına inmiş olmaklığıyla tarih üstü bir mahiyet arz etmektedir. Çünkü İslami ölçütlerle mecz olmuş halde o döneme, o zamana ve kişilere bakıyoruz. Bu yüzden İslam dediğimiz şey, tarih üstü bir değere sahip. Türklük dediğimiz şey bir tarihsel rol. Dediniz ki Kılıçarslan yaptığını Türklük adına yapmadı; ama yapılan şey mahiyet itibariyle Türklük’tür. Bunun adı o zaman öyle olmayabilir, ama bu mahiyeti itibariyle bizim ona atfettiğimiz şey olmaktan çıkarmıyor. Bu tarihsel bir şeydi, tarihte yapılmıştı ve bir konjonktür içerisinde oluşmuş bir şeydi. Bizim Türklüğümüz de konjonktürle mukayyet olabilen bir şey. Çünkü tarihsel bir rol. Ama Müslümanlığımız tarih üstü bir temele dayanıyor bir manada. Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı değil. Biz Müslümanlığımızın gereği olarak bir Türklükten bahsediyoruz. Tarihsel olarak Türklük’le tarih üstü olarak tanımladığım İslamlık arasındaki “ilişki”ye vurgu yapmanızı istiyorum. Bu söylediklerini, senin okumalarınla benim ta başından beri ifade etmeye çalıştığım şeyler arasındaki mesafe olarak algıladım. Biraz önce söylediğim gibi anlatı formu olarak benimsediğin şey ne Türk olarak ne Müslüman olarak bizim kaynaklarımıza müteallik şeyler değil. Bir kere Kur’an-ı Kerim her yeri geldiğinde getirdiği hükümlerin yeni şeyler olmadığını vurgular. Bunlar Levh-i Mahfuz’da yazılıdır, der. Kur’an, İslam adını verdiğimiz şeyin m.s. yedinci yy.’da doğmuş bir şey olduğu görüşünü ne ikrar eder ne de böyle bir imada bulunur. Çünkü İslam, Adem’in yaratılmasından da önce başlamış bir şeydir. Yani biz eğer, bu bir mitostur, insanlar böyle şeyleri kabul ederek kendi gönüllerini avuturlar, şeklinde düşünürsek dinden çıkmış oluruz. Credo ut intelligam, “Anlamak için inanıyorum” demiş, Anselm, kilise babalarından birisi. Oysa, biz mevcut diye bildiğimiz şeyin yaratılmış olduğunu bilmeden iman edemiyoruz. Bize göre şahadet âlemindeki “mevcut” yaratılmış olandır. Biz Yaratan’a iman ediyoruz. İman etmemiz ne ikna olmamız, ne de kandırılmış olmamız mânâsına geliyor. Bizi putperestlerden ayıran başlıca şey yaratılmamış yaratıcıya güvenmemizdir. Bizi her çeşit putperestten bu tutum ayırır. Biz, yaratılmamış yaratıcıya itimat ediyoruz. Hâlbuki onlar ne bekliyorlarsa, yaratılmış şeyden bekliyorlar, onlar yaratılmış şeyden umar peşindeler. Tıpkı evliyadan kendi hayatını kolaylaştıracak bir şey istemek gibi. Bizim inancımız Allah’ın rabbimiz olduğudur. Yani biz imanımızı Allah’tan başka rab edinmemiş olmaktan hem kazanıyor ve hem de kuvvetlendiriyoruz. Tarihsellik meselesine gelelim. Bizim Müslümanlığımız, Hıristiyanların ve Yahudilerin yaptıklarından farklı şeyler yapmak üzerine bina edilmiş değildir. Her iki zümrenin de İslam’a bakışı, bizim onlardan koparak bir dinî alan sahibi olduğumuz iddialarından mürekkeptir. Müslümanlardan önce Hıristiyanlar vardı, onlardan önce de Yahudiler vardı. Onlar şunu şöyle yaparlardı, biz de böyle yaparız. Böyle bir resmi ancak hakikati çarpıtarak yapabilirsin. Müslümanlar, Allah katında din olarak bilinen şeyin ilk ve son sahibidirler. Ben şimdi Alfa ve Omega diyeceğim. Sen de bana, bunu Ahd-i Cedid’ten aldın diyeceksin. Halbuki bu, İncil’in kendini ancak Levh-i Mahfuz ile doğrulayabildiğinin ispatından başka bir şey değil. Başka dinlerden farklı falan değil Müslümanlık. Müslümanlar, Allah katında din neyse onun sahibi olanlardır. Yani diğerlerinin terk ettiğine sahip çıkanlar, Müslümanlardır. Arap yarımadasına din gelmiş falan... Böyle bir şey yok. İşin aslına biraz dikkatle bakarsanız bu Yahudi ve Hıristiyan dediklerimizin de zamanında bizim gibi ibadet ettiklerini görürsünüz. Resulullah’a risalet geldiği zaman, o ne namazı icat etti, ne orucu. Hanifler kimlerdi? Zaten risaletin, Âdem Aleyhisselam’dan beri ulaştığı her yerde İslam yaşıyordu. Yaşayan bu din, en uygun formunu bulamamış olabilir ya da insanların beş duyuları, bir şeyleri yerli yerine oturtamamış olabilir. Ama baştan beri olan bir şey var, İslam Âdem’den de önce ortaya çıkmış ve her çağda, her aşamada hep İslam var. Zaten bizim böyle, her çağda, her yerde çok avantajlı, çok kuvvetli olmamızın sebebi de bu. Biz bu toprakları darü-l İslam haline getirirken işimiz bilinen bir şeyi hatırlatmakla kolaylaştı. Mısır, Hz. Ömer zamanında Müslüman oldu, ama işgal ordusu vardı besbelli. Pekala bir ayrım doğabilir ve işgalciler yanıltılabilirdi. Türk topraklarında, böyle bir şey hiç olmadı ve hatta yüzyıllar ilerledikçe Müslümanlık Türkiye’de daha pekişti ve yerine oturdu. Bu topraklar biz Türklerin ilk elimize geçen yerlerdi. Bu topraklar biz Türklerin sonunda elinde kalan yer oldu. Demek ki bizim buradaki Müslümanlığımız ve Türklüğümüz bir sağlam mayanın teşekkülüne yol açmış. Odur günlük hayatımızın her tarafına tesir eden ve bizim varlığımızı birinci derecede yönlendirecek olan şey. Nedir o? Hep tarihsel bir anı yaşıyoruz, gavurların beyanı ile; ama bu ânın kâinat yaratıldıktan beri devam eden ilkelerle bağını hatırlamaya çalışıyoruz. Şimdi burada oturup din falan icat etmiyoruz. Biz hep bir şeyi hatırlamaya çalışıyoruz. Hep yapılan, hep yapılan, hep yapılan şeyi yapıyoruz. Heredot tarihinde geçtiğine göre, Araplar cinsi münasebetten sonra bütün vücutlarını yıkarlar. Şimdi bir Türk, Araplar da dahil olmak üzere tüm Müslümanlardan farklı olarak cünüp olup olmamaya çok önem verir. Analar erkek evlatlarına derler ki, aman oğlum cünüp gezme, senin bu halinden, yer-gök titrer. Türk olmak böyle bir şey. Heredot tarihinde Arapların bir örfü olarak geçen şey biz Türklerin hayatının nerdeyse hepsi olmuş. Biz, bir insanın işe yaramaz olduğunu söylemek istediğimizde abdestsiz deriz. Dolayısıyla şimdi asıl konuya gelmemiz lazım. Asıl konu nedir? Türkiye topraklarının bütün kötü ve zor şartlarda kâfirlerden kaçırılmış olduğunun bilincine varmaktır. Asıl mesele budur. Biz 16. yy.’da Mekke ve Medine’nin kâfir tasallutuna uğramaması için topraklarımız içinde bulunmasına karar vermiş bir milletiz. Bizim milletliğimiz bu. 16. yy.’da Portekizliler zaten Yemen’e biraz biraz çıkmışlar, böyle bir tehlike belirince, Türk milleti, yapacağını yapmış. Yok Yavuz Sultan Selim’miş, yok kulağına küpe takarmış… Biraz önce söylediğim cinsi münasebetten sonra yıkanma meselesi var ya, böyle bir millet doğmuş burada. Bu millet, Mekke ve Medine’nin tehlike altına girmesi halinde onu tehlikeye sokacak olanın önce kendi cesedini çiğnemesi gerektiğini dünyaya ilan etmiş. Ve netice itibariyle onlar, onun cesedini çiğneyecek başarıyı elde etmişler. Türk’ün ölüsü, bugünkü vatan dediğimiz yerleri elde etmiş. Dirisi o zaman başka bir şey yapmış. Bugün TC diye bir devlet varsa Türk’ün ölüsünün temin ettiği devlettir. Şimdi bu ölü devlet üstünde operasyon yapmaya çalışıyorlar. Kadavrayı kesip biçmeye çalışıyorlar. Bizim şimdi ölmüş halimizle bu kadavraya müdahale edilir mi edilmez mi, böbreği, ciğeri çıkarılır mı çıkarılmaz mı, bunla uğraşıyoruz şimdi. Bu kadavraya dokundurtmazsak bu muazzam bir iş olacak. Şimdi daha bariz hale getirmek istiyorum meseleyi. Benim, 1944 yılında dünyaya gelmiş bir insanın karşılaştığı şeyler bunlar. Nedir o? Ben, 1950 yılında ilkokula başladım. Ve 1963 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne kayıt oldum. Görün ki bu kadavranın kendine mahsus hali var. Bu kadavra Ömer Seyfettin’in hikâyesindeki Mehmet’tir. Mehmet, canını verdin başını verme, diye arkadaşı bağırdığı zaman, ceset kalkar, başını kâfirin elinden alır. Bu da bir mitos mudur? Oluversin. Ama böyledir bu iş. Ölmüş adam gider, başını vermez. Birbirimizi heyecana getirip kandırmanın bir âlemi yok. Sen kendine bak. Leş yiyen bir köpek misin, değilmisin, onu anla. Müşahhas diyemeyeceğim ama bariz diyeceğim, hadiseleri önünüze seriyorum. TC, kâfirlerin elinden vatanını kaçırdı. Nasıl yaptıysa yaptı, Allah yardım etti. 1920 Gümrü Anlaşması Ermenilerle oluyor. Yapıldıktan üç ay sonra Ermenistan’a Kızılordu giriyor ve biz Ermenilerle yaptığımız sınır anlaşmasını 1921’de Moskova’da teyit ediyoruz, sonra Kars’ta bir daha gözden geçiriliyor falan filan. Ruslarla işi bitiriyoruz. Bunu niye söylüyorum. Kazım Karabekir’in de netice itibariyle bir sabetayist olduğu söyleyiverirler size. Biz bu vatanı şöyle ya da böyle, ama kaçırdık. Kâfirlerin elinden kaçırdık. Canhıraş bir şekilde, bir ananın çocuklarını kurtarmak için vücudunu siper etmesi gibi elde edilmiş bir alan burası. Onun için ne Dışişleri’nin, ne Genel Kurmay’ın, ne Millî İstibarat Teşkilâtı’in merhametine terk edilemez. Akabinde güney sınırımız var. Öncelikle doğrudan doğruya oradaki Müslümanların gâvuru püskürtmeleriyle şekillenmiş. Daha sonra bu güney sınırını Hatay’ı da sınırlarımızın içine katarak netleştirmişiz, yıl 1938. Ama bu güney sınırının kuzey sınırımız kadar önemi var, neden? 1920’de Fransızlarla yaptığımız Ankara Anlaşması’nda İskenderun özel bir yer sahibi. Muhtar İskenderun Sancağı diyorlar. Ama bu topraklar, İslam diyarı olmayı tercih ettiği için Türkiye’nin içindedir. Başka vatanımızın vatan olmasında bir başka motif yoktur. Aksi halde Fransız işgal devletinin bir parçası olacaklar. Gâvur idaresinde olmaktansa İslam anavatanının bir parçası olmayı tercih ettiği için etnik manada Türklükle pek alakası olmayan bir yer burası. Bugünkü adlandırmaları beğeniyorsak, nüfus, Kürt, Arap…. Mesele burada. Biz Türkler olarak, her halükarda İngilizlerin ve Fransızların, Araplara olan hâkimiyetinin dışında ve fevkinde bir iş yapmışız. Yaptığımız bu toprakların bir İslam beldesi kalmasını temindir. İşin ciddiyeti burada. Birileri yine gavurların telkinleri ve imalarıyla elinizde bu var, bununla idare edin, diye bizi avutmuşlar. Atatürk devrimleri olmuş falan filan. Sonunda birinci cihan harbi bitiminde teşekkül eden bu devlet, ikinci cihan harbinin sonuçlarına intibak etmek zorunda kalmış 1945’ten sonra. İşte orada gerçekten tabir caizse dananın kuyruğu kopuyor. Biz, kendi vatanımız itibariyle 1945’ten sonra ne olacağız meselesini sormak zorunda kalan insanlar durumuna düştük. Düştük! Ne olacaktık? Şimdi bu olan biten ne kadar devam edecekti? Bizi ne kadar ayakta tutardı? Medeni kanun, şapka kanunu, bunlarla ne olacaktı? Bu işin sonu neydi? Bir on sene, korkmayın arkadaşlar, biz kendimize güvenir ve kendimize saygı duyarsak, bütün badireleri atlatırız duygusuyla yaşandı. 10 sene boyunca CHP-DP çekişmesi, yarışması hatta husumeti vardı ama vatanın akıbeti duygusunda CHP-DP birleşmiş durumdaydı. Bunun bariz işareti şudur ki: 10 sene boyunca iki parti arasında dış politika meselelerinde hiçbir görüş farkı yoktu. Bu ne demek? Milletler topluluğu içinde biz, vatan evlâdı olarak, aynı varlığız demek. Her ne kadar Türkiye içinde sidik yarışı yapıyorsak da nihayet bu sidik yarışıdır. Türkiye dış politika itibariyle parti ayrımını yaşamadı. Ama 27 Mayıs 1960 bilhassa bu ayrımı getirdi. Bilhassa Türkiye’de yaşayan insanların dünyadaki tercihlerden hangisine rağbet ettiği meselesini getirdi. 27 Mayıs’a kadar biz, millet olarak kaderimiz neyse onu topluca çekeceğiz fikrinde birleşmiştik. Birbirimize tokat atabilir, birbirimize madik atabiliriz. Ama başkası işe vaziyet etmeye kalkarsa beraberiz duygusunu kaybetmeden yaşadık biz on sene. 27 Mayıs’la birlikte başımıza, artık ne olacağız da hayatta kalabileceğiz meselesi sarıldı. Bazı insanlar bu işin milli birlikle olabileceğini savunuyorlardı. Bunlar, Türkiye’nin sosyalist bir dönüşüm geçirmesini zaruri gören insanlardı. Bunlar Türkiye’nin ayakta kalmasının milli birlikle, yani sınıf farkının izalesiyle olabileceğini söylüyorlardı. Ne demekti bu milli birlik? Her ne kadar o zaman ihtilal yapanlara, Milli Birlik Komitesi deniyordu. Ama sosyalistler diyorlardı ki: Bu toplumdan yaşayan insanların çoğunluğunun razı olmadığı şey yapılmamalıdır. Bunu sosyalistler söylüyorlardı. Bunların sayısı neydi? Faruk Sükan 1968 yılında İçişleri Bakanı olarak dedi ki: “Komünistlerden korkmuyoruz, onların nefeslerini bile kontrol ediyoruz. İstersek yirmi dört saatte hepsini toplarız. Ben, Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabımda yazdım, söylediği kelime kelimesine doğruydu. Ama gâvurlar Türkiye’ye bu zapt-ü rapt hareketini yapmadılar, iç ve dış gâvurlar… Faruk Sükan’ın söylediğini yapmadılar. Tam tersine, onlar Türkiye’de sosyalizm özlemlerini bir devlet gücü haline dönüştürme işini başlattılar ve zafere ulaştırdılar. Sosyalizm özlemleri bir “devlet gücü özlemi” haline geldi. Bu özlem doğrultusunda sonradan Mahir Kaynak’ın bariz bir şekilde beyan ve ilan ettiği gibi: İngilizler, askerleri kullanarak bir darbe hazırlattılar. Bu darbe 1971 yılının mart ayının dokuzunda olacakmış, eğer Mahir Kaynak’ın bilgilerine güvenirsek. Ama Amerikan gâvurları, İngiliz gâvurlarını marke ettiler, hem bu darbeyi akamete uğrattılar hem de kendileri tarihe, 12 Mart 1971 muhtırası olarak geçen belgeyi temin ettiler. Ama burada size anlatmak istediğim şey, İngilizlerin, Amerikalıların işleri değil. Önemli olan Türkiye yaşayacak mı, yaşayacaksa neyine güvenerek yaşayacak meselesidir. Bu sosyalistler tarafından milli birliğe güvenerek yaşamak şeklinde, zikrettiğim kelimeler kullanılmaksızın teklif edildi ve üstelik bu teklif cevapsız kalmadı. Bu teklif halk tarafından kabul edildi. TİP’in genel başkanı Mehmet Ali Aybar 1966 yılında -1965 yılında on altı milletvekili çıkaracak bir pozisyon sahibiydi- meydanlardan ilan etti: Maya tuttu! Tıpkı benim zaman zaman söylediğim şeyle alakalı olarak. Yani göle çalınan Nasrettin Hoca mayasından bahsediyoruz. Akabinde şu cümleyi sarf etti Mehmet Ali Aybar: “Gözlerinin içine baka baka iktidara geleceğiz.” 1965’te seçim olmuştu, 1969’da yeni bir seçim olacaktı. 1969’da olan seçimin Mehmet Ali Aybar’a göre özelliği kendilerinin başa güreşeceği seçimdi. Acaba kimlerin gözlerinin içine bakıyordu ve nasıl yapacaktı bu işi? Buna dünya şartları cevap verdi. Seçim yılı, 1969 yılı gelmeden Sovyet tankları Prag’a girdi. Sovyet tankları Prag’a girince Mehmet Ali Aybar, “Bu iş böyle olmaz” diye haykırdı. Akşam gazetesi, “Aybar Sovyetlere çattı” diye kocaman bir manşet attı. Sovyetler Birliği’nin Prag’a tanklarını sokması, Çekoslovakya’yı işgal etmesinin akabinde TİP’in yönetimi bir bunalım yaşadı ve bu Sovyetlere çatan, garibim, tek başına kalıverdi. Daha önce Aybar-Arel-Boran üçlüsü diye diğer MDD’ci solcular veryansın ediyorlardı, ateş püskürüyorlardı. O adamcağız tek başına kaldı çünkü Sovyetlere çatmıştı. Manidardır, bunu da bilmek gerekir: Aybar tek başına kaldığı zaman parti içindeki yegane blok desteği Kürtler ona takdim etti. Buradan anlayın, sosyalistler nasıl bir milli birlik öneriyordu. Aybar tek başına kaldığı zaman bir tek elinde Kürtleri vardı. Ama tarihin cilvesine bakın ki Aybar, TİP genel başkanlığından uzaklaştırıldıktan sonra TİP’in başına geçen Mehmet Ali Aslan, Kürt milliyetçi hareketinin Türkiye’deki elebaşlarından biriydi. Yeni Akış diye bir dergi çıkarıyordu, henüz Kürtçe yayın yapılmıyordu; ama Kürtçülükten hüküm giyen adam, Türkiye İşçi Partisi’nin Mehmet Ali Aybar postalandıktan sonraki ilk genel başkanlığına getirilebiliyordu. Türkiye’de ne işlerin döndüğünü bildiğim iddiasında değilim, dünyada ne işlerin döndüğünü bildiğim iddiasında da değilim. Fakat bizim kafirlerden kaçırılmış bir vatanımız olduğunu gayet iyi biliyorum ve bu topraklardan verilecek asgari tavizin Türkiye’ye her şeyini kaybettireceğini çok daha iyi biliyorum. Bunu herkesin bilmesi lazım. Her şeyi kaybedeceksin derken, dinini de milliyetini de, dilini de, kültürünü de, her şeyini kaybedeceksin. Bunun böyle olduğunu bilenlerin aklına, Türkiye’nin sosyalizmden sonra İslam’la aldatılabileceği fikrini getirdi. Türk düşmanları, halkımızı sosyalizmle oyalayamadıkları oranda İslam’la oyalayabilirlerdi. Niçin oyalamak gerekiyordu Türkiye’yi? Bugüne gelebilmek için. Müslümanların asla ciddiye alınmadığı bir Türkiye’ye gelebilmek için Türkiye’yi İslam’la oyalamak gerekiyordu. Bunu yaptılar ve yaptırttılar. Ne bugünkü meclisi ve hükümeti teşkil eden kadrolar, ne de kamu oyuna telkinde bulunan insanlar oradan buradan toplamadır. Bunların hepsi yıllar boyu ne olunacağı bilinerek hazırlanmış yapının eşhas olarak tezahürleridir. Türkiye’de ne olacağı konusunun ihmal edileceği herhangi bir alan yoktur. Hazırlayıcılar her yerin, her metre karenin nasıl şekilleneceği konusunda hassas ve titizdirler. Ülkenin geleceği konusundaki sallapatilik biz Türklere mahsus. Böyle bir durum var. Birileri Türkiye’de sosyalizm dolayısıyla yapılabilecek şeylerin bütün imkânını bile isteye tüketti. İslamiyet zikredilerek Türkiye’den doğabilecek daha büyük bir imkânı tükettiler, sıfırladılar. Ben diyorum ki, Türklüğümüzü harcatamamayı başarabilirsek bütün kayıplarımız sadece telafi edilmekle kalmaz birdenbire kâra dönüşür. Eğer Türklüğümüzü kaybetmemeyi başarırsak, şimdiye kadar, 1923’ten bugüne kadar telef olmuş şeylerimizi ihya etme imkânına kavuşmamızın yanı sıra bu kayıplarımızın nasıl kazanç haline dönüştüğünü de fark edebiliriz. Böyle bir imkân açılıyor önümüze. Bu imkânı nasıl kullanabileceğimizi tartışmamız lazım. Bunu tartışabilmemiz için de ehil duruma gelmemiz lazım. Ahmet Demirel : Müslümanlığımızdaki sıhhat bizim onu keşfetmemizle ilintili bir şey. İtimat ettiğimiz hayatın keşfi sayesinde Müslümanlığımızdaki sıhhate ulaşıyoruz, Müslümanlığımız sıhhate kavuşuyor diyelim. Hz. Âdem’den öncesinde başlayan İslam aşama aşama bize kadar geldi ve bizim işimizi kolaylaştırdı. Bu kolaylık ve kıymet içinde olmakla birlikte neden bu kolaylık ve kıymet sıfır noktasına çekilmiş durumda, terk edilmiş durumda? Müslümanlığımızın sıhhati nasıl itimat ettiğimiz alanın keşfine istinat ediyorsa, Türklük haydi haydi onun keşfine dayanıyor. Türklüğün bu keşif alanının yolunu nasıl takip edebiliriz? 1945’teki tavır, Mehmet Ali Aybar’ın dile getirmeleri bir Türklüğün, Türkiye’nin bir geleceği olsun bağlamında durum değilse Türklük o zaman kendini nerelerde bulur ve bunu bir duruş olarak Türklüğün kalınlığı ve katılığı olarak yaşatır? Biz bu kadar cüsseli insanlar olduğumuz halde nasıl oldu da bir fiske ile yere düştük. Bunu mu sordun? İnsanlar neden bazı şeyleri anlamıyorlar? Emir Hüseyin Yiğit: Neden yöneticilerimiz başta olmak üzere herkes Türklük aleyhinde hareket ediyorlar? Ahmet Demirel: Hz. Âdem’den öncesiyle başlıyor, bu çok önemli bir şey değil mi? Bize kadar safha safha geliyor. İslam’la kıymet bulma imkanımızı kolaylaştırıyor. Bu terk edilecek bir şey mi? Neden terk ediliyor bu? Bu kadar kötü bir ortam nasıl oldu da doğdu? Yağ var, un var, pekmez var, niye helva yapılmıyor? Ahmet Demirel: Helva tadını da biliyor bu insanlar. Bunun da, ne yazık ki, çok acı veren bir izahı var, o da şu: Türkiye’de yaşayan insanlar, Türk düşmanlarının gayet iyi bilip, bütün boyutlarıyla tanıdığı Türk’ü kendilerine yakın bulmuyor. Türk düşmanlarının bildiği, tanıdığı bir Türk var. Gerçekte Türk olanlar onların bildikleri Türk’ü kendilerine yakın bulmuyorlar. Bunun bir başka açıdan görünüşü de şöyle: Türk düşmanları, son 400 yıl süresince, bilip tanıdıkları Türk’ü öyle ustalıkla parçalamışlar ve ayırdıkları her parçaya bütünden daha kıymetli olduğu fikrini zerk etmişler. Dolayısıyla bu topraklarda yaşayan insanlar, neyin bütünden daha kıymetli olduğuna inanıyorlarsa, o şeyin bütünde mündemiç avantajlarına konması için uğraşıyorlar. Aydın Bayraktar: Birincisi, bilerek bu tarihi rolü oynamak istemiyorlar. İkincisi ise şu: Farkında olamamak durumu… İnsanlar kendilerini Müslüman saydıkları halde, dünyayı ben mi kurtaracağım, ben de çoluk çocuğumun refah içinde yaşamasına bakarım, ötesine o kadar uzanamam diye düşünüyor. Başka şeyler de var: Bilhassa 12 Eylül 1980’den sonra bir takım insanlar, Türklükten ne kadar uzak dururlarsa işlerinin o kadar çabuk üreyeceğine inanır oldu. Bu inancı besleyen tecrübeler yaşandı. Bir takım insanlar dediklerimiz kazanç yolunda faaliyetlerini, ya etnisiteye dayandırarak yürütüyor, yahut Karadenizlilerin yaptığı gibi bölge menfaatlerine. Nasıl olsa toplumun tamamı olarak bir şey halledileceği yok, hiç olmazsa Karabük kurtulsun, diyor. Böylece senin merak ettiğin şey, kötüden betere, daha vahim durumlara doğru gidiyor. Abdullah Bektaş: Bu topraklarda yaşayan iki tür insan var. Bunlar ihanet ve gaflet içinde. Bile bile ihanet ediyor bir kısmı, bir kısmı ise gaflette. Millet olma meselesi, geçen hafta da söylediğim gibi önümüze birinci mesele olarak, bilhassa çıkarılmıyor. Bir takım insanlar da çıkarılmamasından dolayı memnuniyet duyuyor. Bir de günlük hayatımız var. Amerikalı milyoner çocuklarının gittiği bir mektepte öğretmen soru sormuş: Yaşamak için en lüzumlu şey nedir? Çocuklardan biri, dudak boyasıdır, demiş. Benim annem, demiş, her şeysiz yapabilir ama dudak boyasız yapamaz. Kâfi miktarda Amerikanlaştık. Şu anda “dudak boyası olmadan yaşanamayacağı” duygusu kılcallara kadar işlemiş bir duygudur, milyoner olmaya da lüzum yok. İçlerinde yaşattıkları bu duyguyu zamana mahsus bir algılama olarak da değil, yürürlüğü bütün zamanlara şamil ve gayet tabiî bir durum gibi kabul ediyor insanların çoğunluğu. Bugün bazılarımızın canımızdan bezdirdi dediği trafik keşmekeşinden doyulmaz bir haz duyan kaç milyon insan vardır şu İstanbul’da? Bunun vuku bulması bile ona zevk veriyor. Trafikte sıkışmak köyünde görmediği, bulamadığı bir şey. Bu insana sen ne anlatacaksın? Adam trafikte kalmayı nimet biliyor. Böyle insanlarla karşılaşmıyor musun? İnsanlar bu işte. Mesela onlara, şunları yaparsan cennete gidersen dediğin zaman, bırak artık bu mavalları diyor. Cennet ona çok cazip görünmez. Gitmek isteyen gitsin, der. Adama, peygamberlerle beraber cennette olacaksın desen, dışından belli etmez; ama içinden “aman ne sıkıcı bir hayat” der. Dolayısıyla meseleleri biz kendimiz tanımak mecburiyetindeyiz. Neyin mesele olduğunu bilen insanlarla muhatap olmayı ciddiye almalıyız. İnsanlar nasıl kiralık katil buluyorlar? Kiralık kâtil bulanlar, kiralık kâtil olanlar, ikisi de fenomen. Belki aynı fenomenin iki yüzü. Gerek İslamiyet’in daha asr-ı saadette Mekke ve Medine’de yer tutması ve gerekse sonraları dünyaya yayılması, İslâmiyet’e husumet duyanların kalitesi ile alakalı bir şey. İslam’a karşı çıkan insanlar o kadar kaliteliydi ki, Müslümanlar onları bir parmak geride bırakarak büyük avantajlar elde ettiler. Şimdi sen, Resulullah’a öldürmeye kasteden onca insanın seviyelerini kiralık katil olmayı kabul edecek kadar düşüreceklerini düşünüyor musun? Onlar bu kalite kaybına uğramayacaklardı. Onları kiralamaya yeltenenleri öldürürlerdi. Biz ise kendini bir kiralayan çıksa diye müşteri bekleyen insanların etkin olduğu bir ortamda bulunuyoruz. Bu şartları, şartlandırmaları aşmamız, meseleyi tanımamız lazım. Acaba nasıl yapmalı? Bir kere aklınızdan şunu çıkarmayın: Filânca çağ veya falanca yer, bizim çağımızdan ve bizim bulunduğumuz yerden asla daha ehven değildir, olmamıştır. Hilkatte, yaratılışta bir kusur, eksiklik yoktur. Yapacağımızı Allah bizi ne zaman, nereye bıraktıysa orada yapacağız. Aklımız ne işe yarar? Aklımızı kullanıp Kur’an-ı Kerîm’in emirlerini nasıl çiğneyeceğimizin çaresini mi bulmalı; yoksa aklımızı Kur’an-ı Kerîm’in emirlerine uymanın çarelerine ulaşacak kadar çalıştırmalı mıyız? İnsanların boyun eğmek zorunda bırakıldığı ortamın geçerliğini kabul eden bir usul mü takip etmeli, yoksa ortamı külliyen reddeden bir usul mü takip etmeli? Seçmede bulunmak çok önemli. Çünkü bu dinimizin, itikadımızın neye müteallik olduğuyla alakalıdır. Mesela insanları alkole bağımlılıktan uzaklaştırmak üzere, onların güvenini kazanmak için, biraz biz de içsek olmaz mı? Bu birilerin yöntemidir. İşte Müslümanlık, bu yöntemi kabul etmiyor. Yani biz Müslümanlar, “gri” diye bir şey bilmiyoruz. Bize göre ya aktır ya da kara. Ya helaldir veya haram. Biraz helal, biraz haram olmuyor. Bize gri diye gösterdikleri şey ya içine bir miktar beyaz katılmış siyahtır veya içine bir miktar siyah katılmış beyazdır. Büyük günah, küçük günah diye bir şey elbette var ve lâkin, günahların en küçüğü için bile: “O kadar da haram değil”, denilebiliyor mu? Denilemez. Helâlle haram arasında bir çizgi olduğunu kabul edecek, anlayacak insanlar varsa var, yoksa yok. Eğer bizim hesap vereceğimiz makam, ağır ceza reisliği değil de, başka bir yerse… İsmet Özel’in bir mısraını hatırlatayım “Öyle hisab katındayım ki katlim savcılardan sorulmaz.” İmanın kendine mahsus bir cazibe alanı vardır. Münkirlerin cazibelerinden istifade ederek imanı cazip hale getiremezsiniz. İmanın kendine mahsus bir cazibe alanı vardır. O yüzden “esatir-i evvelin” ile aramız bir türlü hoş olmadığı gibi; Kur’an-ı Kerîm’e “esatir-i evvelîn” diyenlerle de aramız hoş olmaz. Haram yollarda helali öğretemeyiz, mümkün değil bu! Ama Türkiye’nin iplerini elinde tutan veya tuttuğunu sanan insanlar tam da bunu yapıyorlar. Yani haram usullerle helalin temin edilebileceği fikrini ana fikir olarak benimsemişler. Onun için şehitler veriyoruz. Böyle şey olur mu? Murat Ural: Türklüğümüzün katı ve kalın olması Müslümanlığımızın muhafaza edilmesi anlamına geliyorsa şimdiki bu inceltilmiş ve sulandırılmış hal neyi muhafaza ediyor? Mücerret olarak bu soruya cevap vermek mümkün değil. Gerçekten gün be gün neler olduğuna bakmamız lazım. Benim görüşüm o dur ki, bu yaşadığımız topraklarda, bugün karşımıza çıksa yadırgayacağımız bambaşka bir manzaranın teşekkül etmesini isteyenler hali hazırdaki şeyi muhafazaya gayret ediyorlar. Yani hem bir şeyin içini boşaltıyorlar ama o boşluğu savunmanın araçlarını da geliştiriyorlar. Bunu söylerken özellikle mektepleri düşünerek söyledim. İlköğretimden lisansüstü çalışmalarına kadar yapılan şeyin tamamı, bu topraklarda gürbüz bir unsurun uç vermemesini temin içindir. Burada itikat sonuçta bir yer tanımamıza vesile oluyor ama yani cumhuriyetin ilanından sonraki birkaç adım şunu gösterdi ki ciddiyetini muhafaza eden “gâvurluk” bile Türkiye aleyhindeki bazı planların gerçekleşmesine manidir. Ciddiyetini muhafaza eden gâvurluk bile buradan, Türkiye’den yok edilmesi gereken bir şeydir. Onun için dikkat ederseniz her şeyin yozlaşmışı yürürlükte. Aslı olmayan, hep kopya olan, hep taklit olan, hep noksan nüsha olan var. Doğru dürüst jazz bile yapılmıyor mesela, anlatabiliyor muyum? İçini boşalttıkça o içini boşalttığı şeyi savunuyor, önce eğitimi yozlaştırıyor, sonra eğitim böyle oluru kabul ettiriyor sonra. Şimdi bu gafletle, dalaletle ve hıyanetle çok alakalı bir şey. Batıda bir şeyler olup bitiyor, tabi ki bu büyük planın ajanları batıdakini de hallediyorlar. Ama batıda bu modernleşme işinin asli kısmı uç verdiğinden hâlâ aykırı bir şey devam ediyor, neyse, neyin aykırısıysa artık o. Burayı ise batıda olanın ne olduğunu hiç anlamadan, hep onun gibi olmak isteyen insanlar doldurduğu için, bu günün ortamı böyledir. Büsbütün kabarmış. Pastanın kabarması için bir şey ilâve edilmiş; ama ortaya çıkan kabartıdan başka bir şey değil. Pasta kalmamış ortada. Abdullah Bektaş: Bizim yaşımız sizin yaşadıklarınızı görmeye yeterli olmadı. babalarımızdan gördüğümüz, bir şey vardı, diyoruz, ama yaşadığımız bir şey değildi bu. Bizim çocuklarımız bu anlamda asla müteallik bir şeyi tadamayacaklar. Hakikate dair bir şey tadamadan nesiller de değişiyor. Ahmet Demirel: Cumartesi günleri İstiklâl Yürüyüşü konuşmalarını konuşuyoruz zaman zaman. Sizin sık sık bahsettiğiniz bir olaya geldi bugünkü konu. Resulullah’ın Mekke şehrini terk ederkenki hali ile Hz. Ömer’in Mekke’yi terk ederkenki tavrı. Bunu duyduğum andan itibaren çok önemsedim. Birçok meseleyi anlamama, bu yolun nasıl yürüneceği, insanın kendi süreci ile de alakalı bir şey olduğunu düşündüm. Bu, İslam’ı keşfetmek dediğimiz şeydir bir anlamda. Hz. Ömer örneği daha çok üzerinde konuşulan bir örnek oldu toplumda. Resulullah’ın Hz. Ali’yi yatağında bırakması, gizlice şehri terk etmesi, vahyin gelmesi, Medine’de bekleyenler. Yani Resulullah’ın bu sürecinde vardır örnek, Ömer’inkinde yoktur örnek. Fakat insanların anlatırken bile tercih etmediği bir örnektir bu. Orda bir acziyet zannı var. Bu, insanların işine gelmiş olabilir ama yedirilmiş bir şey. Bu çok önemli bir şey. İnsanın Hicret sürecinde fark etmesi gereken, meseleleri anlarken de, Müslümanlığını yaşarken de, İstiklâl Marşı’nı da çok ilgilendiriyor bu, çok esaslı bir tarafı var. Şunu da ilave etmek istiyorum. Her ne kadar mesele kolay desek de o kadar kolay anlaşılmıyor. Ben niye anlayamadım bunu 40 yaşına kadar. Buradaki keşif, fark ediş çok önemli bir şey diye anladım. Yine anlayabildiğim kadarıyla senin sorunun cevabını vermeye çalışayım. Senin hassasiyet gösterdiğin şey benim de hassasiyet gösterdiğim şeydir. O da nedir? Modern insanlar dinin bize bahşettiği hakikatin vaktini tamamladığı hissiyle yaşamaktadırlar. Bu yanlışlığı gidermek lazım. Allah’u teala hiçbir şart ve ahvalde mevcudiyeti bizim lehimize olmayan bir şey yaratmamıştır. Bir dönemi zikredip, nerede o günler, demek yanlış. Bunu anlamak çok iyi olur: Allah bizi hiçbir zaman yanlış bir yerde ve yanlış bir zamanda yaratmış olamaz. Böyle bir hata mümkün değil. Dolayısıyla bize düşen şey fark ettiğimiz şeylerin anlamını kavramaktan ibaret. İlk görev fark etmek, ondan sonra farkı fark etmek. Senin dediğin konuda, Hicret’in vukuu sırasında, Ömer’in durumuyla, diyelim ki Ebubekir’in durumu arasında bir fark varsa, önce bu farkı fark edeceğiz sonra bu farkın anlamını fark edeceğiz. Burada feda edilecek hiçbir şey yok. İnsanların Resulullah’ın irtihalinden hemen sonra neyin peşinde olduklarını hemen anlamamız lazım. Bize kabaca bir şeyler öğrettiler. Resulullah’ın irtihalinden sonra durumun çok nazik olduğunu ne zaman düşündük? Bize hiç bundan bahsetmediler değil mi? Hâlbuki durum çok nazikti o zaman. Ve Ebubekir iki yıllık hilafeti sırasında kaç kez mürtedlerle savaştı. Dolayısıyla insanlar niye bu kadar ters, diye sual etmek iyidir? Fakat tersliğin köklerin derinliklerinde olduğunu da bilmek lazım. Mesela insanların dikkatini şuna çekmeyi severim, o yüzden de bunu benden defalarca duydunuz. Hz. Ebubekir Ömer’e diyor ki, “Ben eğer gece ölecek olursam sabahı, gündüz ölecek olursam akşamı beklemeyesin, hemen halifeliğini ilan et” diyor. Yani öyle kaybedilecek vakit yok. Âdem Yılmaz: Geçen haftaki konuşmanızda demiştiniz ki, İstiklâl Marşı’nın anlamını keşfetmemiz lazım. Çünkü dünyada başka milletlerin de marşları var ama hiçbir tanesi İstiklâl Marşı gibi bir metin değil. İstiklâl Marşı’nın yazıldığı dönemde, İstiklâl Marşı’nın söylediği şeyi anlamayan yoktu. İstiklâl Marşı’na karşı çıkanlar da, onaylayanlar da anlamına vakıftılar. Okul yıllarımda, televizyondaki İsrail-Filistin çatışmalarını gören annem, “Türkleri hep kırdılar” ifadesini kullanırdı. Bugün baktığım zaman anlıyorum ki, annemin Türklük tavrı hakkında zihnen bir açıklık sahibi olduğunu ve toplumsal bellekten nasıl canlı bir tarihi kendi üzerinde taşıdığını şimdi daha iyi fark ediyorum. Annem okur-yazar değildir, ama kendisinden 700 yıl önce yaşamış olan Yunus Emre’nin yüzlerce şiirini hafızasında taşır. Kendi değeri, kendi malıymış gibi o kadar içten ve samimiyetle Yunus Emre’nin bıraktığını sahiplenmiş. Bu kitabî olmayan bir tarih. Canlı, aktif ve belli aralıklarla sekteye uğramamış bir tarih. Şimdi, aradan yüz yıl geçmemesine rağmen İstiklâl Marşı’nı ancak özel bir gayretle keşfedebiliyor, anlayabiliyoruz. Geldiğimiz noktada bunu fark ediyoruz. Hüseyin’in geçen hafta bahsettiği kültürel keşmekeş, yozlaşma zihnen bir ayrışmaya sebep oldu. Biz zihnimizi bu ayrılıktan, ayrışmadan nasıl kurtarabiliriz ve bu ayrışmanın temel sebepleri nelerdir? “İstiklâl Marşı’nın yazıldığı günlerde, İstiklâl Marşı’nı beğenmeyenler bile neyi ifade ettiğini biliyordu. Bugün ise İstiklâl Marşı’nı keşfetmemiz, tekrar onun manasına ulaşmamız gerektiği gibi bir vazife bizi bekliyor. Ne yapmalıyız ki, bu işin altından kalkalım”, soru bu mu? Bizi zaafa düşüren şeyin kendimize kuvvet vehmetmek olduğunu anlayarak bu işin üstesinden gelebiliriz. Bizi zaafa düşüren şey kendimizde kuvvet vehmetmemizdir. İstiklâl Marşı yazıldığı günlerde hem onu heyecanla destekleyenler, hem de “aman böyle bir İstiklâl Marşı’mız olmasın” diyenler tarafından sarahatle anlaşılıyordu. Neden? Çünkü 1921 yılında herkesin bildiği bir şey vardı: Bir millet tarih sahnesinden silinecek veya silinmeyecek. Bir kısmı silinse iyi olur, diye düşünüyordu, bir kısmı silinse daha kötüsü olmaz, diye düşünüyordu. Silinirse daha kötüsü olmaz, başımıza gelebilecek en kötü şey budur, diyenler İstiklâl Marşı’nı kalben ve zahiren desteklediler. Diğer taraftan, bu millet keşke tarih sahnesinden silinse diyenler ikiye ayrılıyordu. Bunlardan bir kısmı zahiren İstiklâl Marşı’nı desteklediği halde kalben, milletin dinden medet ummasına zihnen göndermede bulunarak, “hiç de böyle şeyler olmasını istemiyordum” diyenlerdi. Bir kısmı da hem kalben hem zahiren “Allah belasını versin, yine bu Türkler kefeni yırttılar” diyordu. Hadise daha sonra, maalesef İstiklâl Marşı’nı kalben destekleyenlerin zaafıyla bugüne nakloldu. Nedir o zaaf? Kendimize güç vehmetmemiz? Sandık ki, hakikaten kefeni yırttık. 1960 yılına kadar Türk topraklarında yabancı antropologların Türkiye’de inceleme yapmasına müsaade edilmedi. 1960’dan sonra Amerikalı antropologlar, -Ruth Benedict’in çömezleri- geldiler ve bu toprakları hallaç pamuğu gibi attılar. Bugün karşımıza çıkan belaların yüzde doksanı değil, yüzde yüzü onların yaptıklarıyla alakalı. Onlar o araştırmaları yaptıkları için, biz Türkiye’de yaşayan insanlar, bizimle birlikte Türkiye’nin doğusunda ve batısında yaşayan yüzlerce insanın İstanbul’da hala İslâm halifesi olduğunu sandığını öğrendik. Biz bunları Amerikalı antropologların keşiflerinden öğrendik. 1960’dan sonra Türkiye’de yaşayan yüzlerce insan, İstanbul’da hala halife olduğunu sanarak yaşıyormuş. 1960’da! Neden bu böyle oldu? Çünkü memleketin varlığından istifade eden insanlar millete hiç bakmadı, iyi gözle veya kötü gözle, millete hiç bakmadı. Çünkü bir kısım insan millet olarak kefeni yırttığımızı sandı ve ömrünün gerisini, devletten ne koparabilirsem kardır anlayışına uyarak tamamladı. Türkiye’deki zalimlerin zulmünden zarar görmüş insanlar için bile hayat böyleydi. Hep örnek veriyorum. Onuncu Yıl Marşı’nın iki şairi var. 27 Mayıs’tan sonra birisi Kurucu Meclis’e diğeri Yassıada’ya gitti. Yassıada’ya giden adamın açın bakın şiirlerini, bu adamın derdi ne diye düşünüyorsunuz. Çünkü bir bakıma kendisine atılan tokatın pek de o kadar haksız olmadığını düşünerek yaşamış. Asılmadan önce Adnan Menderes’in cümlesi ne? “Hiç kimseye kırgın değilim.” Yani insanlar ne beklemiş, ne etmiş? Bunları senin annenin ve benim annemin algıladığı gibi algılamak doğru değil. Bizim işimiz hakikaten mensup olduğumuz dinin ve ittiba ettiğimiz itikadın dipdiri, taptaze ve yepyeni olduğunu bilmek. Onu bildiğimiz zaman bu konunun yalan olmuş, yalama olmuş kısmını fark edebiliriz ancak. Böyle algılamazsak bizzat kendimiz yalamalık tarafına düşeriz. Hakikaten bir ayetle, bir hadisle karşılaştığımız zaman Kur’an nazil oluyor gibi, Resulullah yaşıyor gibi hissetmemiz lazım. Bunu böyle yüksek sesle nasıl söylüyorsun İsmet Özel, diyecek olursanız, şimdiye kadar, başka türlüsünü hiç düşünmedim de ondan derim. Ben tabiî ki, elbette çok imtiyazlı bir insanım. Neden? Çünkü bana Allah otuz yaşıma birkaç ay kala hidayet nasip etti. Diyeceksin ki, senin tecrübene benzer tecrübesi olan insanlar vardır zaten. Var; ama ben bunun, beni nasıl yenilediğini öyle yerine oturmuş bir şekilde içime sindirdim ki, bak şimdi hepiniz, yaşça benden epeyi genç insanlar, 64 yaşındaki insan bunları nasıl söyler diye yüzüme bakmaktasınız. Ben, kendi hissiyatım sebebiyle Türkiye’de yaşayan Müslümanların nelere razı olduğunu gördükçe, durumu hazmedemiyorum bir türlü. Olmaz gibi geliyor bana. Başkaları, sanki başka ne olacaktı ki, anlayışıyla devam ediyor günlük hayatına. Hâlâ otomobilinin markasını ve modelini ciddiye alıyor. Anlatabiliyor muyum? Şunu kafanıza yerleştirin: İstiklâl Marşı Derneği faaliyetlerine, bir maçı kazanmak üzere hazırlanmayı dahil etmemiştir. Hiçbir zaman, hiçbir rakiple karşılaşmayabiliriz. İnsanların başarı olarak tanıdıkları, insanların iyi sonuç olarak, bazen tasarladıkları bazen müşahede ettiklere şeye ulaşmak İMD’nin ümitleri arasında yok. Bizim hassasiyetle dikkat ettiğimiz şey, bizden kullanışlı insan, devletin başı sıkışınca kullanacağı insan, çıkmayacağını göstermekle alakalı. Bizde, memlekete yarar insan bulunmaz değil, aramadığın kadar var. Gel gelelim, burası kullanışlı insan arayanların bir deposu değil! Bu yüzden de bir kariyer basamağı değil. Bizim güttüğümüz gaye bilhassa ele gelmeyişimiz. Değerimiz varsa bu. Kullanışsızlığımız, George Bush karşısında da, Sarkozy karşısında da geçerli, her kim olursa olsun geçerli. Muktedirler, bizlerin gözü içine bakıp, olsa olsa bunlardan olur, diyememeli. Kendimiz için onların husumetine hedef olacak bir tutumu seçtik? Üzerimize yıldırımlar çekmeğe mi özeniyoruz? Hayır, ama sonunda muktedirler, bunları yok etmedikçe rahat edemem sonucuna varacaklarsa, bu sonucuna onların katlanacağı bir iş. Biz muktedirlerin ne takdirine, ne de düşmanlığına talibiz. İstiklâl Marşı’nı keşfetmesek ne olur? Hiçbir şey olmaz. Senin vereceğin hesapta, bunun, bu keşfin bulunmadığını düşündüğün takdirde, hepsi bu kadar. Mızraklı İlmihal, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yıllarda mürekkep yalamış bütün Müslümanların çok rahatsız oldukları bir şeydi. Büyük bir ihtimalle Akif de kızıp köpürüyordu. Ama görüldü ki, millet, mızraklı ilmihalden vazgeçmiyor. Bu tercihin fark etmeğe değer bir yanı olması lazım. Ben, günlerden bir gün, Berlin Dünya Kültürleri Evi’nde Mızraklı İlmihal’de şu yazıyor diye naklettiğimde, salondan hayret nidaları, dehşet tepkileri geldi. Söylediğim şey şuydu: Mızraklı İlmihal’de yazıyor ki; “Lailaheillellah’ın ilk faydası boynu kılıçtan kurtarmasıdır.” Salondakiler bunu, bu sözü boyunlarında hissediverdiler. Mesela şapka inkılâbı dedikleri şey olduğu zaman, bütün o modernist Müslümanlar, ve daha sonra başka Kur’an ve Sünnet dışında mehaz mı var diye bir takım metinler üreten arkadaşlar, gayet İslami gerekçelerle, ispatlarla bu işi savundular. Dediler ki, kılık kıyafetle ilgili bir ayet veya hadis gösterin. Ama milletten ayar bekleyen insanlar farklı davrandılar, farklı davranıyorlar. İstiklâl Marşı’nı keşfetmek derken dikkati, millet gerçeğine çeviriyoruz. Sen önce kendini keşfet bakalım, sen nerdesin, ne oluyor? Dostoyevski’nin romanlarından birinde, Allah var mı yok mu tartışması sırasında, yüzbaşı diyor ki; “Ne diyorsun, eğer Allah yoksa ben kimin yüzbaşısıyım?” Buna Osip Mandelştam’ın Yahudilikten Hıristiyanlığa geçisini ve bu tutumunu Ayasofya’yı geri isteyişiyle süslediğini ilâve etmeliyiz. Gayri-Müslimlerin nelerle iştigal ettiklerini fark etmeden, ne Türk kelimesinin anlamına varabilir, ne de İstiklâl Marşı’nı anlayabiliriz. Ahmet Demirel: İstiklâl Marşı’nı keşfetme işi Türklüğü keşfettirir denemez herhalde. Yani İstiklâl Marşı yazıldığı zaman Türkler vardı ki bu marş yazıldı. Yunus Emre’yi okumuş olmak İstiklâl Marşı’nı ezberlemeye götürmeyebilir. Çünkü Yunus Emre ile ilgili, Türklüğü kuran biri olarak bu süreçte Türkçe ve Türklük anlaşılmış ve benimsenmişse söz konusu oluyor. Yani Yunus Emre’yi ezberleyebilir insan. Ama aynı insan İstiklâl Marşı’na ulaşamayabilir. Orada bir temel atma durumu, bir malzeme, bir dünyanın dile gelişi var. Ama bu dile geliş İstiklâl Marşı’nı benimsemeye birebir oturmayabilir. Uzağındadır demiyorum ama yani insan Türklük bilincinin farkında ise İstiklâl Marşı diye bir durumla kendini bir tutabilir. Ama İstiklâl Marşı belki o metni hazırlayan, o metni kaleme alan kişinin de yazarken kendine açtığı yola ilişkin bir şeyi de yansıtıyor olabilir. Çünkü o sırada bizim bugün İstiklâl Marşı’na verdiğimiz önemi gerektirecek gelişmeler (!) henüz yok; ama böyle gelişmelerin doğabileceği tehlikesini hissettirecek bir durum var. O sebeptendir ki, şunları sık sık söylüyoruz. İstiklâl Marşı 1921’de kabul ediliyor ve onbir sene sonra, 1932’de ezan okuyanın 3 aydan başlamak üzere hapis cezasıyla cezalandırılacağına dair kanun çıkıyor. İstiklâl Marşı’nda “Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-/ Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” yazıyor. 41 mısra yerinde duruyor. 1921’de, hazır bir Türklük sepeti yok. Türklüğün buharlaşıp gözden kaybolma tehlikesi var sadece. O tehlike olmasa böyle bir şey söylemez. Hemen arkasından ne diyor: “O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım” yani bu tehlike var. Türklüğün buharlaşıp gözden kaybolma tehlikesi atlatılırsa diyor, o zaman ben çok memnun olacağım. Ve o tehlike çatıyor işte. İstiklâl Marşı apaçık bir şey işte. Bütün yaşadıklarımız apaçık şeyler. Mesele gelip İstiklâl Marşı’nı anlamaya cüret ediyor musun etmiyor musun meselesine dayanıyor. Bunu anlamasak da biraz kenarından köşesinden dolaşsak diyenler var ve bunların sırtı Türkiye’deki resmi görüşe dayalı. İstiklâl Marşı’nı anlamayalım, onu tebcil edelim, ama anlamayalım. (İkinci bölümün sonu)